Muallim | Hikaye

Mustafa Yılmaz
6 min readMar 5, 2022

I

Soğuk bir pazartesi gününü, tek katlı okulun beton bahçesini dolduran 1. Sınıf öğrencileri ve velilerin heyecanı ısıtıyordu. Öğrenciler ilk defa öğretmen görecek olmanın heyecanıyla ailelerinin yaptığı hiç de iç açıcı olmayan konuşmaların sesini, esen soğuk rüzgârdan al al olmuş yanaklarıyla bastırıyordu. Heyecan her dakika artacağı yerde devamlı azalıyordu. Kum saatinin tersine döndürülmesi gibi Taş köy sakinlerinin de heyecanları sabırsızlıklarına yenilmişti, saat dokuza doğru gelmeye başlayınca ufak tefek küfürler savrulmaya başlanmıştı bile. Aralarında siniriyle meşhur Mahmut Amca tam ağzını açıp konuşmaya başlamış olacaktı ki, bakımsızlıktan rengi bile belli olmayan iki girişli demir kapının önündeki gri arabadan korna sesi gelince köylüler dikkatini kapıya yönelttiler. Öğretmen çamurluklarında köyün dünkü yağmurdan kalan çamur parçalarını taşıyan gri aracını okulun beton bahçesinin altındaki yeşilliklerin bulunduğu alana park etti. Öğretmen elinde griden bozma siyah evrak çantası ile inmesiyle tüm edilen küfürler unutulmuş yerine ilk selamı verebilmek için sıkışan bir insan yığını gelmişti. İlk selam, pala bıyıklarını sol eliyle oynayarak sağ elini öğretmene uzatan muhtar Osman Ağa’dan geldi.

-Hoş geldin muallim bey, dedi tüm içtenliğiyle.

Öğretmen muhtarla sıkıca selamlaştıktan sonra önce saatine sonra kapı önündeki bayrak direği etrafında toplanmış öğrencilere bakarak konuşmaya başladı:

-Hoş buldum, ben Ahmet, çocuklarınız bana emanet. Onları eğitip, gelecekte gurur duyacağınız makamlara gelmeleri için çaba harcayacağım. Geç kalmadan göreve başlamalıyım. Hadi, öğrenciler sınıfa, ana babalar işine.

Muhabbet etmek için çay, poğaça yapan köy sakinleri beklediklerini alamamış halde, yanakları iyice kırmızılaşan çocuklarına öğretmenlerinin sözlerini dinlemelerini sıkı sıkı tembihleyip gündelik işlerine dönmek üzere okulun beton bahçesinden birer birer ayrılmışlardı. Sadece muhtar, muallim Ahmet’e okulu tanıtmak için kalmıştı. Öğrenciler annelerinin ortak temizledikleri sınıfa giriş yaptıklarında ne yapacaklarını bilmemenin verdiği utangaçlık bir kat daha arttı. Normalde okulda kırk beş öğrenci vardı. Fakat öğrencilerin uyum sağlayabilmesi için on beş 1. Sınıf öğrencisi bir hafta önceden okula başlatılmıştı.

Okulun iki sınıfı vardı sadece. Birisi çok küçük ve genellikle depo olarak kullanılıyordu. Büyük sınıf içerisinde 1., 2., ve 3. Sınıf öğrencileri ortak ders görüyordu. Yani haftada otuz ders görmesi gereken öğrenciler imkansızlıklardan dolayı kendi düzeylerinde sadece altı ders görebiliyordu. Bu uzun zamandır böyleydi. İmkânı olan veliler çocuklarını, Taş köyden on kilometre ötedeki şehir merkezinde okutuyordu. Ama köyün neredeyse bütün çocukları tek katlı, boya azlığından alaca berece pembeye boyanmış bu okuldaydı.

II

Öğrenciler evlerine en yakın olan arkadaşlarıyla sıra arkadaşı olup karışık biçimde sınıfın cam kenarındaki sıralara dizilmişlerdi bile. Bu arada muhtar da “Muallime” okulu gezdirmiş ve anahtarı teslim etmişti. Öğrenciler arasında en komik olan Emre bile heyecandan sesini çıkartamıyor, hep dalga geçtiği yamuk traşlı Mehmet’e sadece bakıyordu. Akif ise orta sıradan en öndeki isimlerini bilmediği ikiz kız çocuklarına bakıyor ve gönlüne ilk defa bir sevgi tohumu ekiyorken birden kapı açıldı, uzun siyah paltosunu sol koluna saran “Muallim” Ahmet sınıfa girdi, kapıdan girer girmez sağ eliyle öğrencilere oturmalarını işaret etti. Paltosunu turuncu desenli öğretmen masasına bıraktıktan sonra, koyu yeşil tahtanın ortasına geldi. Yukarıya bakıp kendini İstiklal Marşı tablosuna göre eşitledi. Akif’in gözlerine baka baka konuşmaya başladı:

-Ben Ahmet, bana ister muallim ister hoca ister öğretmen deyin. Hepsi de mana bakımından ortak noktada buluştuklarından bir problem olmayacaktır. Sizlere okumayı yazmayı çok kısa sürede öğreteceğim. Ama bunun dışında sizlerle resimler yapacağız, şarkılar söyleyeceğiz, köyünüzü gezeceğiz, burada hep beraber yemekler yiyeceğiz. Okulun son gününde ilk gününe göre birbirimizi daha çok seveceğimizden adım gibi eminim, diyerek konuşmasını bitirdi.

Masasına oturmaya geçecekti ki öğrencilerin cam kenarında üşüdüğünü görüp, onlara sol tarafa -sobanın olduğu tarafa- doğru gitmelerini söyledi. Çocuklar hiç düzenlerini bozmadan şeker taşıyan karıncalar misalince yerlerini sağa doğru kaydırdılar. -Henüz doğalgaz Taş köye kadar gelmediğinden dolayı her gün sırayla sınıftan birinin annesi sabah erkenden gelir etrafı temizler ve sınıfın tek ısı kaynağı demir döküm sobayı taze çam çıralarıyla yakardı.-

İlk ders, ilk gün, ilk hafta ve sonunda ilk ayın son dersi gelip çatmıştı. Bugün herkes bir ayrı heyecanlı ve mutluydu. Öğretmenleri Ahmet okula bugün 3 yaşındaki çocuğu Alp’i ve eşi Ahuzar’ıda getirmişti. Tam bir neşe havası hakimdi. Ahmet öğretmen bugünün bu kadar güzel olmasından Allah’a şükretmiş ve en kötü gününün böyle geçmesini dilemişti.

Bugün okulu bir saat erkenden bitireceğini de söyleyince, sınıf tam cümbüş alanına dönüştü. Gerçi öğrencilere okulu o kadar sevdirmişti ki, bir yandan da okuldan bir saat erken çıkacakları için üzülenlerde vardı. Ama en çok sevinen esmer yüzlü, koyu kahverengi gözlerinin içi parlayan Emre’ydi. Hemen çıkıp, Mehmet’le yaptıkları yeni sapanlarını elektrik direklerinin gri tellerindeki kuşlarda deneyeceklerdi. Ahmet öğretmen bu duruma çok kızsa da bugün keyfini bozmak istemediğinden ses etmemişti. Öğrencilere son kez sarılıp, ödevlerini yapmalarını tembihledi. Akif’i kenara çekip, İstiklal Marşı’nın tamamını ezberlerse ona tüm öğrencilerin ortasında alnına yıldız yapıştıracağının sözünü verdi. Sınıf boşalmış, muallim Ahmet, anahtarı bu hafta görevli Ayşen’in annesine teslim edip, okuldan ayrılmıştı.

III

Akif bütün hafta sonunu İstiklal Marşı’nı ezberlemeye harcamıştı. Ama hep 8. Kıtada takılıyordu. “Namahrem diyemiyordu dili, unutuyordu Ezanın bu mu şu mu ile başladığını”. Eline aldığı ucu bitti bitecek kadar kalınlaşmış kurşun kalemi ile tek defterinin arkasını açtı. Annesinden yardım almadan ilk defa bir harf yazacaktı. ‘R’ yapmak için uğraştı fakat kalem buna izin vermemişti. Kalemtıraşının okulda kaldığını hatırladı. Kendisine kızmanın vakti değildi. Balkondan bozma mutfaklarına gitti, bir meyve bıçağıyla kalemin ucunu sivriltmeye çalıştı. Olmuştu işte, şimdi İstiklal Marşı’nı yaza yaza öğrenecekti. Tek hedefi kalbini buzluktan yeni çıkartılmış buz gibi soğuk soğuk terleten ikiz kız kardeşlerin yaptıklarını yapmaktı yani İstiklal Marşı’nı tüm sınıf önünde okumak ve alnında yıldızla tüm gün gezmekti. -Akif, ikizlerden utangaç olan Nuriye’ye karşı henüz ilk defa izlediği televizyon dizilerindeki adını bile bilmediği duyguyu -sevgiyi- yaşıyordu-. Cumartesi akşamına doğru arkadaşları çağırmasına rağmen gün içinde hiç dışarı çıkmadığını fark eden anne babası, odaya girip Akif’in ne yaptığını görmek istediler. Bu arada Akif İstiklal Marşı’nı ezberlemiş, tombul ellerini küçük gözlerine bastırıp, bağıra bağıra(!) içinden okumakla meşguldü İstiklal Marşı’nı. Anne babasının girdiğini fark etmemiş olacaktı ki, okumaya devam ediyordu. Babası elindeki sigarasını ağzına götürdüğü anda manzara karşısında kendini gülmekte alamayarak dumanları öksürmeyle gülme arasında bir anda dışarı çıkartmıştı.

Annesi yanına yaklaştı:

-Oğlum ne yapıyorsun?

Hiç cevap vermeden en büyük koltuğun üstüne çıktı, incecik sesiyle bağırmaya başladı:

-Korkma!…

Gözlerindeki ışık sesinin tizliğini bastırıyordu. On kıtanın hepsini ezberlemişti işte. O da yıldız alacaktı. Belki de ilk defa Nuriye ile konuşabilecekti. Bittiğinde o kadar içten okumuştu ki babası yeni yaktığı sigarasının bittiğini fark etmemişti bile. Annesinin gözleri gururdan dolmuştu. Çok mükemmel bir manzaraydı.

IV

Hemen pazartesinin gelmesini istiyordu. Nerede kalmıştı bu pazartesi? Pazar akşamına doğru erkenden yatmak istedi. Uyursa hemen geleceğini düşünüyordu yarının. Öyle de olmuştu fakat sabah babası Akif’e öğretmenlerinin çocuğunun hasta olduğunu ve bu hafta okula gelemeyeceğini söylediğinde çok sinirlenmiş ve ilk defa öğretmenine bir nefret duymuştu. Bir geceyi geçiremezken nasıl bir haftayı geçirecekti, ya unutursa İstiklal Marşı’nı ne olacaktı? Öğretmeni Akif’in yalan söylemeyeceğini biliyordu ama okuyamadıktan sonra onun için bir önemi olacak mıydı? Yıldız alabilecek miydi? Küçücük yüreği sıkıntılar içinde kalmıştı ki, neredeyse o da hastalanacaktı!

Her akşam İstiklal Marşı’nı bir saat tekrarlayarak yatıyordu. Pazartesi en sıkıntılı gün olmuştu, salı, çarşamba, perşembe, cuma ve cumartesi o kadar da sıkıcı geçmemişti ama aynı sıkıntıyı pazar günü geldiğinde tekrar hissetmeye başlamıştı. İşte gelmişti o gün, yarın sabah okula girdiklerinde sınıfın ortasına gelecek, tıpkı muallim Ahmet’in yaptığı gibi kendini İstiklal Marşı tablosuna göre eşitleyecek, o tiz sesiyle yanakları ateş kırmızısı olmuş biçimde bağıra bağıra, önce öğretmenine sonra en baş sırada oturan Nuriye’ye bakarak İstiklal Marşı’nı okuyacaktı, hem de tamamını hiç takılmadan.

Sabah erkenden kalktı, hatta bacalardan çıkan dumanı tutan bulutlardan gözükmeyen güneşe bile aldırış etmedi. Annesini uyandırdı, kahvaltısını yaptı. Çayını sıcak içmişti, dili yanmıştı ama böyle yaparsa sesinin daha çok çıkacağını söylemişti amcası Hasan. Doğruca okulun yolunu tuttu, zaten yakındı birkaç dakikaya betondan bahçede diğer çocukları ve daha çok o gri arabanın iki girişli demir kapıdan girmesini bekliyordu. Okulun bahçesi dolmaya başlamıştı, Emre, Mehmet’le hafta sonu sapanla vurdukları kuşları anlatıyordu herkese. Ama Akif hiç oralı değildi. Uzaktan gri bir aracın görünmesiyle aklının yerinden çıkacağını düşündü, ama ezberlediği İstiklal Marşı oradaydı, çıkmasına izin vermedi. Veliler anahtarı öğretmene teslim etmiş, tören bitmiş ve sonunda o sınıfa girilmişti. Öğretmen odasından çıkıp sınıfa gelirken siyah rugan ayakkabılarının çıkarttığı ses sadece kısa koridoru değil, tümüyle Akif’in içinde yankılanıyordu. Sınıfa girdi, çantasını bırakıp, öğrencilere ağız dolusu gülümsemeyle kocaman bir “Günaydın” dedi.

Akif hemen masasından, sırasının alttaki demirinden destek alarak çıktı. Öğretmeninin yanına gitti. Kulağına doğru eğildi:

-Ben, ezberledim öğretmenim, dedi sessizlikten duyulmayacak kadar.

Muallim Ahmet anlamadığını belirten bir işaret yaptı. Tekrar aynı cümleyi söyledi ama bu sefer kulağına değil herkesin duyacağı biçimde söylemişti. Muallim Ahmet’in gözleri parlamıştı. Yedi yaşına henüz basmamış bile olan bu kahverengi gözlü, uzun kirpikli, hafif tombul ve vücuduna göre büyük kafalı Akif’in kocaman yanaklarını avuç içlerinin içine aldı, sımsıkı sıkarken Akif, turuncu Japon balıklarına benzemeye başlamıştı:

-Okumak ister misin şimdi?

Akif konuşamadığı için kafasını salladı. Tüm öğrenciler pür dikkat öğretmen masasına bakıyordu. Muallim Ahmet sınıfa Akif’in İstiklal Marşı’nın tamamını ezberlediğini, şimdi de okuyacağını söyledi. Öğretmeni bunu söylerken, Akif çoktan yeşil tahtanın ortasına gelmiş tıpkı muallim Ahmet’in ilk gün yaptığı gibi en üstteki İstiklal Marşı tablosuna bakarak kendini ortalamış ve en baş sıradaki ikizlerin kendinden taraftakinin gözlerine bakarak, önce derin bir nefes aldı. Bittiğinde alnına öğretmeninin yapıştıracağı yıldızı düşünerek başladı:

-Korkma!

SON

28.12.2018

--

--

Mustafa Yılmaz

Kendi düşüncelerimi, yazılarımı, şiirlerimi ve deneyimlerimi paylaşıyorum.